Türkiye’nin siyasi ve hukuki arenasında yaşanan son gelişmeler, iktidarın ve muhalefetin nasıl bir çıkmazda olduğunu gözler önüne seriyor. Bir yanda Kobani Davası’nın sonuçlanması, diğer yanda Ayhan Bora Kaplan olayında yaşanan emniyet skandalı, ülkenin adalet ve güvenlik sistemindeki derin çatlakları ortaya koyuyor.
Kobani Davası: Konjonktürel Hukukun Zirvesi
2014’te meydana gelen Kobani Olayları’nın ardından yıllar sonra açılan bu dava, 2020’de iddianamenin sunulması ve 2021’de davanın açılmasıyla gündeme geldi. Bu zaman dilimi, davanın ne kadar konjonktürel olduğunu ortaya koyuyor. 2014’te “Çözüm Süreci” olarak adlandırılan dönemde, PKK ile yapılan müzakereler ve açılım süreci devam ediyordu. O dönem bu tür bir davanın açılması, siyasi olarak mümkün değildi. Ancak, 2015 seçimlerinden sonra AKP’nin oy kaybı yaşamasıyla birlikte süreç sona erdi ve dava açıldı.
Bu dava, “Salıncak Adaleti” olarak adlandırılan bir hukuk anlayışını da gözler önüne seriyor. İktidarın siyasi rüzgarlarına göre bir gün meşru olan eylemler, ertesi gün suç haline gelebiliyor. Çözüm sürecinde meşru görülen söz ve eylemler, süreç sona erdiğinde gayrimeşru ilan edildi. Kobani Davası da tam olarak bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Ayhan Bora Kaplan ve Emniyetteki Güç Savaşları
Diğer yanda, suç örgütü lideri Ayhan Bora Kaplan’ın yurtdışına kaçmak üzereyken yakalanması ve bu olaya karışan emniyet mensuplarının açığa alınması, emniyet teşkilatındaki derin güç savaşlarını açığa çıkardı. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın açıklamalarına göre, bu emniyet mensupları anayasal düzeni değiştirmek ve hükümete karşı isyan suçu işlemekle suçlanıyor. Ancak, olayın arkasında daha büyük bir güç mücadelesi yatıyor.
Bu tür sorunların temelinde, AK Parti iktidarının devlet kurumlarını dönüştürme çabaları yatıyor. 2007’de açılan Ergenekon ve 2010’da açılan Balyoz davaları ile Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki laiklik yanlısı komutanlar tasfiye edildi. Yerlerine FETÖ’cü subaylar atandı ve 15 Temmuz 2016’da bu kadrolar darbe girişiminde bulundu. Benzer kadrolar emniyet teşkilatında ve yüksek yargıda da görev aldı.
15 Temmuz sonrası FETÖ’cü kadrolar tasfiye edilse de, yerlerine yine laiklik ve Atatürk karşıtı başka tarikat ve cemaatlere mensup kişiler atandı. Bugün emniyet teşkilatında yaşanan sorunların kaynağında, bu gruplar arasındaki mücadele yatıyor. Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay gibi yüksek yargı kurumlarında da benzer güç savaşları devam ediyor.
Tasarruf Maskesi: Lüks ve Debdebe Devam Ediyor
Mehmet Şimşek’in açıkladığı tasarruf tedbirleri ise tam anlamıyla bir trajikomedi. Kamu araçlarının alımı ve kiralanmasına getirilen sınırlamalar, iktidarın ülkeyi “çerez parasına” muhtaç hale getirdiğinin bir itirafıdır. Ancak bu tasarruflar sadece alt ve orta kademe için geçerli. Yukarıda, Boeing 747, A 340 ve A 330 gibi lüks uçaklar, Ahlat ve Okluk sarayları aynen duruyor. Tasarrufun “T”si bile yok.
Tedbirlerin süresi ise 3 yıl olarak belirlenmiş. Bu, tasarrufun geçici ve göstermelik olduğunu ortaya koyuyor. 3 yıl sonra seçim var ve musluklar tekrar açılacak. Bu süre zarfında ise, lüks makam araçları, çirkin hediyelik eşyalar ve manasız kitaplar yine aynı şekilde satın alınmaya devam edecek. Çark durursa siyaset durur, parti durur.
Sonuç olarak, Türkiye’nin adalet ve güvenlik sisteminde yaşanan bu derin çatlaklar, iktidarın ve muhalefetin tutarsız politikaları, halkın güvenini sarsmaya devam ediyor. Gerçek bir değişim ve iyileşme süreci için, tutarlı ve şeffaf politikalar izlemek şart. Aksi halde, bu hikaye daha uzun yıllar devam eder ve bedelini yine halk öder.